• Medya

  • Uygulama

  • Google Play

Antik Çağ Çeviri etkinliği

Çeviri varlığını, yazılı kültüre borçludur. Bundan böyle, yazılı kültürün evrimiyle çevirinin evrimi birbirine koşut olarak düşünülebilir. Antik çağdan başlayarak yazı başta olmak üzere temel bilim dallarını Batı’ya ilk tanıtan ve Batı kültürünün temellerini ilk atan Yunan uygarlığı olmuştur.


Yunan kültürünün ekonomik ve kültürel üstünlüğünün, çeviri etkinliğine borçlu olduğu söylenebilir. Bu uygarlık başta yazı olmak üzere aritmetik, geometri, astronomi ve tıpla ilgili temel bilgileri ilk kez Babil ve Mısır uygarlığından çeviri yoluyla edinmiştir. Her ne kadar çevirinin varlığı ve kimliği öne sürülmese de, kültürel, askeri ve ticari alanda olumlu yönde etkisi olduğu yadsınamaz. Bu ise, Yunan uygarlığında çevirinin eğitim amacıyla bilgi edinmek üzere kullanıldığını ve Yunan uygarlığının, öteki Akdeniz ülkelerine kültürel üstünlüğünü, Mısır’dan edindikleri kaynaklara borçlu olduğunu gösterir. Bu dönemden başlayarak, çeviri etkinliğinin savaşlar sırasında çeşitli kimlikteki askerler arasında iletişim kurma, ya da ticari amaçlı olarak gündelik yaşamın bir parçası olduğu öne sürülebilir. Buradan, Antik çağda bile hem yazılı, hem de sözlü çeviri etkinliğinde bulunulduğu, ne var ki, çeviriye bir amaç olarak değil, bir araç olarak bakıldığı sonucu çıkartılabilir. Kuşkusuz, siyasal üstünlüğünü kültürel kimliğini öne çıkararak benimsetmek isteyen bir uygarlıkta, özgün ve çeviri arasındaki sınır ortadan kalkarak çeviri olgusuna nesnel olarak bakma, bilinçli olarak göz ardı edilmeye çalışılır. Ne var ki, çevirinin görünmezliği, onun yazılı kültürün gelişimine katkısının önüne geçememiştir.


Bilim dallarının kendine özgü kavram ve kuramları oluşturması, bir başka deyişle, yazının özümsenmeye başlamasıyla birlikte nesnelerin somut dünyasından simgelerin soyut dünyasına geçiş Platon’un idealar felsefesiyle birlikte doğmuştur. Bu aynı zamanda Platon ve Aristoteles'le birlikte Mısır ve Babil’den kalan görgül bilim anlayışının zamanla yerini spekülatif bilime bırakacağı düşüncesini akla getirir. Bir başka deyişle, doğa bilimlerinden, soyut düşünceye dayalı bilimlere geçişin bir işareti olarak da değerlendirilebilir. Bununla birlikte, soyut düşüncenin gelişmesi, yazının içselleşmesini kolaylaştırarak yazılı kültürün benimsenip yerleşmesine yol açar. Daha da açacak olursak, yazı aracılığıyla sözün yazılı simgeye dönüşmesi, ya da Roman Jakobson’un deyişiyle, göstergelerarası simgelere dönüşmesi, sözlü geleneğe bağlı olarak şekillenmiş belleğin yazı aracılığıyla dışarı vurularak düşüncelerin belli bir savı kanıtlayacak şekilde sıralı olarak çözümlenmesi anlamına gelir. Sözlü belleğin yerini yazılı belleğe bırakmasıyla birlikte, diliçi çeviri, başka bir deyişle de, sözlü-yazılı tartışması gündeme gelir. Örneğin, Platon’un yapıtlarında yazılı geleneğin yöntemlerini kullanmasına karşın, Phaedrus'ta yazıya karşı bir tutum sergilemesi, Res Publica’da ise, sözlü kültürün temsilcisi şair ve ozanları devletin yönetiminden dışlaması, onun yazılısözlü gelenek arasında çelişkiye düştüğünü gösterir. Bu ise, yazılı geleneğin içselleşmesiyle birlikte halâ geçiş dönemi sancılan çekildiğini gösterir. Öte yandan, sözlü-yazılı şeklinde nitelenen göstergelerarası çeviride yukarıda kısaca değindiğim şekilde ateşli tartışmalar sürerken, dillerarası çeviriden tek bir söz bile edilmemesi düşündürücüdür. Kuşkusuz bu soruların dönemin çeviri anlayışını belirleyen kültürel, siyasal ve toplumsal yapısıyla doğrudan bağlantısı olduğu yadsınamaz.


Atina’nın yükseliş döneminde siyasal olarak askeri üstünlükten çok kültür üstünlüğüne önem vermesi, onun çeviri etkinliğini yadsımasına yol açmıştır. Bu anlayış, Antik Yunan kültürüyle beslenmiş olan Helen imparatorluğunda da sürdürülmüş, askeri ve siyaset merkezi Atina'dan İskenderiye’ye taşınmasına karşın, Yunan dili resmi dil olarak Akdeniz’deki komşu devletlere de kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bu durumda Helen uygarlığı da ülkelerarası sorunları çözmek üzere çeviriden yola çıkmaktansa, kendi dilsel ve kültürel üstünlüğünü benimsetmek üzere Antik Yunan kültüründen yola çıkmayı yeğlemiştir. Böylelikle Helen uygarlığında çeviri etkinliği bastırılmış bir eylem olarak sürdürülmüştür.


Soyut düşünme yetisinin gelişmesiyle birlikte, düşüncelerini bir kâğıt üzerine sığdırma, sıraya koyma ve sözlü geleneğin aksine tekrarlardan kaçınma, dönemin düşünür ve yazarlarını sonunda çizgisel düşünmeye zorlamıştır. Bu ise, zaman akışı içerisinde tümdengelimli yönteme dayalı olmakla birlikte, spekülatif bilimlerin gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bunun en iyi örneğine Aristoteles’in yapıtlarında rastlanmaktadır. Platon’un da öğrencisi olan Aristoteles de çeviri konusuna doğrudan değinmemekle birlikte, çevirinin en temel unsurlarından biri sayılan dil edinci kavramını Techne Poetika adlı hitabet sanatını irdeleyen yapıtı aracıyla gündeme getirmiştir. Gerçekte konuşma sanatı anlamına gelen ve o günün önde gelen hatiplerinin sonradan kaleme alınmış söylevlerini inceleme gereci kullanan Aristoteles’in ilk amacı, gençleri hitabet konusunda eğitmektir. Antik çağda hatipler, söylevlerini yazılı metne dayalı olarak değil, kendileri ve dinleyiciler arasında sözlü kültürün bir uzantısı olarak karşılıklı konuşmaya dayalı olarak sürdürmüşlerdir. Bununla birlikte, hatip konuşmasını bitirdikten sonra, konuşulanlar yazıya dökülmüştür. Aristoteles bu yazılı malzemeden yola çıkarak dinleyici üzerinde istenilen etkiyi yaratmak için gerekli ölçüt ve ilkeleri saptaya çalışmış ve bu yapıtı aracılığıyla hitabete yazınsal olduğu kadar bilimsel bir nitelik de kazandırmak istemiştir. Savory’nin bu dönemdeki söylev sanatıyla ilgili olarak öne sürdüğü elegantia, composito, ve dignitas üç öğe, Aristoteles’in Hitabet Sanatı adlı yapıtındaki üç ilkeyi dile getirmektedir. Buna göre, hitabetin temel amacının açıklama ve ikna etme olduğu düşünülecek olursa, hatibin karşı savdan yola çıkarak dinleyiciyi ikna edebilmesi, her şeyden önce ifadenin açıklığa kavuşturulmasına bağlıdır (Savory 1957: 70). Bu ise, sözcükler arasında en uygun olanının seçilmesini (elegantia), bu sözcüklerin doğru sırada yerleştirilmesini (composito) ve son olarak da duygu ve düşüncelerin doğruluğu koşullarını beraberinde getirir (dignitas). Savory’nin saydığı bu üç özellik, gerçekte çeviribilimsel ve dilbilimsel açıdan bağlaşıklık ve bağdaşıklık kavramlarının, kısacası metinsellik kavramının Aristoteles’ten başlayarak sorgulandığını gösterir. Bu, aynı zamanda sözlü kültür ürünü destanların tekrara dayalı kalıpları aşamayan koşut yapısından uzaklaşarak, soyut çözümlemeli düşünceye ve buna bağlı olarak metinselliği öne çıkaran düz yazı geleneğine geçişin bir işaretidir.


Aristoteles yapıtında hitabetten farklı olarak yazılı metne dayalı olarak oynanan dönemin tiyatro yapıtlarını da incelemiştir. Yunan tiyatrosunda olay örgüsünün yükseliş, düğüm ve iniş şeklinde geliştiğini saptamıştır. Bu ise, tiyatronun sözlü bir edim olmasına karşın, metinsellik konusunda yazılı bellek süreçlerinin işlediğini göstermektedir. Horatius’un da Ars Poetika adlı yapıtında, Homeros’un destanlarında olaya baş, orta ve son şeklinde bir öykü çizgisi yerine orta yerinden girildiğinin (in medias res) belirtilmesi yazılı bilincin geliştiğini gösterir (Ong 1995: 167). Öte yandan, Aristoteles ve Horatius’un destan, hitabet ve tiyatro gibi metin türleri üzerinde üründen yola çıkarak yazılı bellek süreçleriyle ilgili saptamaları, günümüzde bile geçerliliğini korumakla birlikte, çeviri konusuna hiç değinmemeleri, onların da dönemin siyasal ve toplumsal koşullarından etkilendiklerini gösterir. Çevirinin gerçek anlamda gündeme gelmesi, erek ekinin kendi yazınsal türlerini oluşturmasına bağlıdır. Bununla birlikte yukarıda kısaca değinilen Aristoteles ve Horatius’un yapıtlarından da anlaşılacağı gibi, çevirinin başta eğitim olmak üzere, yazılı kültürü tetiklediği ve çeviri etkinliğiyle birlikte yazınsal alanın da sorgulanmaya başladığı görülür. Bir başka deyişle, Antik Yunan’da çevirinin yazınsal çoğul dizge kuramına göre çevresel bir konumda bulunmakla birlikte, hitabet, tiyatro gibi yeni yazın türlerini getirdiği söylenebilir. Ne var ki, çevirinin o dönemdeki başlıca işlevinin öncelikle bilginin eksiksiz ve doğru aktarılması olduğundan, çeviri denince akla ilk gelen sözcüğü sözcüğüne çeviri olacaktır. Mısır ve Babil uygarlığından çeviri yoluyla görgül bilimlere dayalı yapıtların çevrilmesine temelde gereksinim duyulduğundan, başlangıç aşamasında akla çeviride metinselliğin aranması gibi sorulardan çok, doğru bilgiye ulaşma kaygısı ağırlık kazanır. Bu durumda dönemin düşünür, yazar ve hatipleri yabancı ekinden çeviri yoluyla gelen bilgi ve düşüncelerden yola çıkarak kendi öznel düşüncelerini savunma veya yeni bilgi ve düşünceler üretme olanağı bulur. Bundan böyle, çeviri çevresel bir konumda da olsa, erek ekinde yeni yazınsal türlerin ve bilgilerin yerleşmesinde ister istemez sıçrama tahtası vazifesi görür.


Yunan uygarlığından Roma uygarlığına geçildiğinde, çevirmenin varlığının artık kabul edildiği anlaşılır. Bu, hem yazının artık Latin dünyasında içselleştiğini, hem de Romalıların hukukun temeli sahiplik veya mülkiyet kavramından yola çıkarak bir yapıtın aslı kadar çevirisini de kabul ettiklerini gösterir. Örneğin, Platon’un Phaedrus'ta Sokrates aracılığıyla yazıya başkaldırısı gerçekte yazılı kültüre karşı olmasından çok, bilginin ilk sahibi olarak Mısır Uygarlığını yadsımasından kaynaklanırken, Romalılar bu konuda çağdaş hukuk anlayışına daha uygun bir tutum sergileyerek, bilgiyi Yunanlılardan aldıklarını kabul etmişler ve bir şeyin hem aslı hem de kopyasının, bir başka deyişle, hem özgün olanın, hem de çevirinin varlığını kabul etmişlerdir. Binlerce yıl sonra Cumhuriyetimizin kuruluşu aşamasında aynı çeviri anlayışının, bu kez kültürel üstünlük kaygısından çok, ulusal kimliğin bulunarak ülkenin bütünlüğünün sağlanması amacıyla hüküm sürmesi bir rastlantı değil, çeviribilimin uzun bir süreçten geçtiğinin kanıtıdır. Öyle ki, Cumhuriyetimizin kuruluşunun hemen ardından, tercüme dergilerinin çıkartılmasıyla birlikte yaşanan yoğun çeviri etkinliği sırasında Ezra Erhat'ın çeviriyle ilgili sözlerinin, çeviriye yeni kültürün oluşmasını tetikleyen bir araç olarak bakıldığını gösterir. Çeviri etkinliğinin bu şekilde toplumsal ve kültürel etkisinin büyüklüğüne karşın, daha Antik çağdan başlayarak siyasal nedenlerle bilimsel bir nitelik kazanmaması, gerçekte çevirinin öteki bilim dallarından tarihsel ve uygulama alanındaki deneyim eksikliğinden değil, çoğu kez siyasal nedenlerden kaynaklanmıştır. Günümüzde bu etkinliğin önemini yadsımak, gerçeği yadsımak anlamına geldiği gibi, bilimsel gerçekliğin tarafsızlığına ve nesnelliğine gölge düşürmek anlamına da gelir.