• Medya

  • Uygulama

  • Google Play

Anlama göre çeviri

Yunan uygarlığından Roma uygarlığına geçildiğinde, çevirmenin varlığının artık kabul edildiği görülür. Bu hem yazının artık Latin dünyasında içselleştiğini, hem de Yunan uygarlığındaki “sahiplik” kavramının olgunlaşarak günümüz yasal anlayışına daha yakınlaştığını gösterir. Örneğin, Platon’un Phaedrus’ta Sokrates aracılığıyla yazıya başkaldırısı gerçekte yazılı kültüre karşı olmasından değil, bilginin ilk sahibi olarak Mısır Uygarlığı yerine, Yunan uygarlığını göstermek istemesindendir. Öysa, Romalılar bu konuda çağdaş hukuk anlayışına daha uygun bir tutum sergileyerek, bilgiyi Yunanlılardan aldıklarını kabul etmişler ve bir şeyin hem aslı, hem de kopyasının, başka bir deyişle, hem özgün olanın, hem de çevirinin varlığını doğal olarak kabul etmişlerdir (Robinson 1992: 18-19). Bu ise, Romalılar döneminde göstergelerarası çevirinin yerini dillerarası çevirinin alarak, çeviri felsefesi ve kuramı konularının bastırılmayıp, çeviribilim sürecinin başladığını gösterir. Bir başka deyişle, Romalılarda Antik Yunan’ın aksine çeviri felsefesi ve kuramı üzerinde düşünme bastırılmış bir eylem olmaktan çıkmaya başladığı görülür. Ezra Erhat’ın Latince ilk Edebi Eser Bir Tercüme’dir başlıklı yazısında çıkan “Bir Yunan eserini taklit veya tercüme ederken Romalı kendi kendini tanımayı öğrenir, kendi milli vasıflarına daha yaklaşır, müdrik olur” (Erhat 1940: 273) şeklindeki sözleri ise, Romalıların çeviriye bakışını açıkça ifade etmektedir. Binlerce yıl sonra bu anlayışın Cumhuriyetimizin kuruluşu aşamasında yeniden gündeme geldiği görülmektedir. Bu dönemde evrensel bilgiye erişmede ve kültürel kimliğin bulunmasında en etkin araç olarak çeviri, merkezi bir konuma getirilmiş ve yoğun bir çeviri etkinliği hareketine girişilmiştir.


Antik çağda yaşayıp da, çeviri eğitimi açısından önem taşıyan ikinci kişi Hieronimus’tur (İS. 348-423). Kutsal Kitabı, İbranice Eski Ahit ve Yunanca Yeni Ahit’i karşılaştırarak çevirmiştir. Onun çevirisi Vulgata adıyla tanınmaktadır. Hieronimus, Kutsal Kitap çevirilerinde sözcüğü sözcüğüne çeviri yapılmasına karşı çıkan bir tutum sergilemiştir. Vulgata'nın, Kutsal Kitabın Yunanca çevirisine göre üstünlüğü çevirmenin çeviriyi doğrudan Yunanca metinden değil, kaynak metinle karşılaştırarak yapmasından kaynaklanır. Bundan böyle, özgün metnin Yunanca çevriyazımıyla yetinmeyip, birinci dilden anlama göre çeviri yapmayı kendine amaç edindiği görülür. Kuşkusuz bu Cicero’nun başlattığı çeviri anlayışının bir sonucudur. Ne var ki, Cicero anlama göre çeviriden yana olduğunu karşı savdan yola çıkarak savunduğu için sözcüğü sözcüğü çeviri terimini ilk kullanan kişinin de Hieronimus olduğu görülür. Bu terimi, Cicero’nun kullandığı verbum de verbo teriminden yola çıkarak, sensum de senso şeklinde türetmiştir. Bu bağlamda anlama göre çeviri sözcükten değil, tümceden türetilmiştir. Bir başka deyişle, bu kavram özgür çeviri anlamına gelmeyip, anlama sadık kalmak koşuluyla yapılan çeviri anlamına gelmektedir. Öte yandan, Pammachius’a yazdığı mektubunda sözcüğü sözcüğüne çevirinin sakıncalarının ardından, gerçekte Kutsal Kitap çevirilerinde bile anlama göre çeviriden yana olduğunu bildirmesi, hem anlamın aktarılması, hem de metin türü konularını gündeme getirir.

 

Hieronimus’un anlama göre çevirianlayışı özgür çeviri anlamına gelmez. Bir başka deyişle, ona göre anlama göre çeviri kaynak metnin anlamına sadık kalarak Kutsal kitabın iletisinin okuyucuya ulaştırılması amacını taşır. Bu kavramın Kutsal Kitap’ta gündeme gelmesi ise, metin türüne göre çeviri yöntemi veya sadık ve özgür çeviri konularını da gündeme getirir (Göktürk 1994: 18-19).


Hieronimus dönemine gelindiğinde çevirinin iletişim yönü, metin türüne göre çeviri, sadık olmak koşuluyla sözcüğü sözcüğüne ve anlama göre çeviri kavramlarının şekillendiği görülür. Bununla birlikte, Hieronimus’un anlama göre çeviri terimini kullanmasıyla birlikte, çeviri sürecinde okurla iletişim ve metin türü ilişkileri sorgulanmaya başlamıştır. Örneğin, Martin Luther'in (1483-1546) Bible translation’unu Vulgata çevirisini temel alarak yapması 11. yüzyılda Toledo okulunda başlayan yoğun çeviri etkinliğinin bir sonucu olarak değerlendirilebileceği gibi, Hieronimus'un sesini ancak 16. yüzyılda duyurabildiği şeklinde de değerlendirilebilir. Luther'in Kutsal Kitap çevirisinde anlama öncelik verme kaygısını taşıdığını ve bu amaçla “halkın dili ve kendi imgelem gücünü kullandığını” belirtmesi, çeviriler aracılığıyla okuma yazmanın bu yüzyılda daha içselleştiğini ve Kutsal Kitabın gizemini anlama göre çevirinin bozmayacağı görüşünün daha yaygınlaştığını gösterir. Kutsal Kitap’tan başlayarak bu şekilde çeviriler aracılığıyla okurla iletişim kurma gereksiniminin sorgulanması, hem erek dilin sınırlarının zorlanarak dilin iç dinamiklerinin harekete geçirilmesine yol açmış, hem de bireyin soyut düşünce yeteneklerinin gelişmesi Aydınlanma çağına girmeyi kolaylaştırmıştır.


Hieronimus’la başlayan bu süreç, bir sonraki dönemde sadık çeviri, özgür çeviri yöntemiyle yapılan çevirilerin, çeviri sayılıp sayılmayacağı tartışmalarını alevlendirmekle birlikte, Hıristiyanlığın kabulüyle birlikte Batı’da çeviri etkinliğine bir süre ara verilmiştir. Antik çağda başlatılan bu tartışmalara ancak Doğu’da 9. yüzyıl ve 12. yüzyıllar arasında yoğun çeviri etkinliğinin ardından dönülebilmiştir.